29 Mayıs 2012 Salı

Yetenek üzerine...


Cesaretin ve deliliğin bileşkesi “yetenek”tir. İstediğin gibi yaşayacak kadar cesur; ve insanların dinleyip dinlemeyeceğini önemsemeden, yapmak istediğini sadece kendin için yapacak kadar deliysen, “yeteneklisin” demektir…

            Eğer inanıyorsan kendine, umursama “diğerleri”nin ne dediğini,korkma “anybody” olmaktan.

Anlaşılmamaktan ve eleştirilmekten şikayet etme. Seni az sayıda insanın anlaması, olsa olsa yeteneğinin bir sonucudur. Çünkü çok fazla takdir edilen hep piyasaya düşer.

Eleştirilmek ise büyük yeteneklere verilen en büyük armağandır. Olumlu eleştiri takip edildiklerini, olumsuz eleştiri ise nadide ve zor anlaşılır olduklarının ispatıdır.

Ve şunu unutma…Eskiden büyük yetenekler tren istasyonlarında zatürreden hayatlarını kaybederlerdi, ama şimdi 27 yıl yaşıyorlar. 27’yi geçtiysen ortaya çıkmamış yeteneğinden şüphe etmenin vakti gelmiş sayın okuyucu. Ben mi? En ufak bir fikrim yok! Henüz 21 yaşımdayım… 

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Endişenin bedeli


İnsan akıllı bir varlık mıdır söylenildiği gibi; yoksa endişeler silsilesi içinde kaybolmaya müsait bir aptal mıdır?!

            Bence insan, sürekli endişelenmekten, hayatını değersiz hale getiren bir aptaldır.

            Eğer objektif olarak bakabilme yetisine sahipseniz, farkedeceksiniz ki, endişe duyduğunuz herşey bir süre sonra,sizin tahmin ettiğinizden daha kolay bir şekilde çözülmüşken; asıl kaybettikleriniz, siz endişelenirken akıp giden birbirinden güzel anlarınızdır… 

            Yaşam bir kum saatinden ibarettir. Ve sizin asıl değer verdikleriniz küçük kum taneleriniz olmazsa,sonsuzluğa giderken söyleyeceğiniz tek şey “ama daha çok erken” olacaktır…

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Kıskançlık üzerine...


Tehlikelidir kıskançlık, insanın zihnindeki aç gözlülüğün kalbine yansımasıdır…

            Kıskanç insan sanır ki, görünmez gözlerindeki öfkesi ve pişmanlıkları. O kadar körleşmiştir ki iradesi, yaptığı hatalarının bir gününe değil, her gününe mal olduğunu fark ettikçe, öfkesini “elde edenlere” yöneltir, yalnız kaldığını farketmeden…

            Bir süre sonra kendisi bile fark edemez hale gelir, ne kadar değiştiğini. “Uzun ve yorucu maraton” da sonuca odaklanır, aslında kimsenin birinci olamayacağını ve her zaman bazılarından önde ve bazılarından geride olacağımızı göz ardı ederken…

            Bir süre sonra ise,hiç bir güzelliği ve hiç bir fırsatı takdir etmemeye başlar. Çünkü onu kendisine sunulanlardan çok, üçüncü kişilere sunulanlar ilgilendirmeye başlamıştur. Ve bu, kısa süre içerisinde tüm ruhunu etkileyecek olan tümörün ilk belirtisidir.

            Kısacası;takdir etmeyi bilmeli insan…Kıskançlığının kanına karışıp, öfkesinin promilini yükseltmesine izin vermemeli. Çünkü emin olun, içinizde durduğu gibi durmaz! 

18 Mayıs 2012 Cuma

Başlangıç üzerine...


Korkar insan “başlangıç”tan. Çünkü bilir yaptığı adaletsizliklerin yakasını bırakmayacağını…

            Bütün yaptıklarının farkında olmasına rağmen, her zaman masum olduğunu iddia eder. Çünkü o hiç bir zaman adaletsiz davranmamış ve hep dua etmiştir. Bu nedenle “en güzel bahçe”de, ona da bir yer “mutlaka” vardır.

            Böylece, yüreği adaletsizlikler diyarı olan insan, “evrenin en büyük adalet mercii”nden merhamet dilenir. Yaşarken köşe bucak kaçtığı büyük çelişkisi, yeni hayatına başladığında karşısına çıkmasın diye… 

            Merhamet dilenirken bile düşüncesiz ve içten pazarlıklıdır insan. Hayatı boyunca sebep olduğu sorunlardan ve felaketlerden haberdar değilmiş gibi, “adaletin tek sahibi”nden “küçük”, güzel bir bahçe ister. Her zamanki gibi, korktuğu için, kanaatkar ve saygılıdır bunları isterken…

            Sadece kendi değer yargılarına göre yaşayan insan korkmaz “kaçınılmaz başlangıç”tan. Çünkü ne yaşayacağı belli değildir, ve o bilir ki, kendi değer yargılarından başka fikirlere kapılmadan yaşayıp, felaketlere alet olmadığı sürece her yer huzurlu ve güzel kokan bir bahçe olacaktır… 

17 Mayıs 2012 Perşembe

Prensip meselesi


İnsanların hayatlarını, bir noktada sahip olduklarını iddia ettikleri prensipleri yönetir. Kimi bunlara gerçekten sahipken, kimileri ise kendi ayıpladıkları yanlarını başkalarına lanse etmemek için bir görünmezlik pelerini gibi kullanır prensipleri… Ne kadarı görünür, ne kadarı görünmez tartışılır. Ancak benim dikkatimi çeken insanların dürüstlük konusunda ne kadar takıntılı olduklarıdır.

         Çoğu insan resmin bütününde dürüst olmayı seçmeyip, küçük ayrıntılarda dürüst olmaya çalışarak kolaycılığa kaçmaktadır. Ayrıntıların çok şey gizlediği doğrudur, ancak onlar da resmin bütününü oluşturmak için bir araya gelen küçük parçalardır ve küçük doğruların bileşkesi bazen kocaman bir yalan olabilmektedir…

         İnsan ilişkilerinde güvenin ve dürüstlüğün etkisi yadsınamaz, ancak asıl tehlikeli olan başkalarını kandırmamak uğruna kendimizi kandırmamızda yatar.

         Seni bilmem sayın okuyucu, ama ben yalan söylediğimi saklayacak kadar dürüst, dürüst olduğumu iddia edecek kadar da yalancı değilim… 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Doymanın,öğrenmenin ve anlamanın hiyerarşisi...


İnsan,zihnini açabilmelidir engin bilgilere,yeni bir şeyler öğrenmenin tadına varabilmelidir;daha da önemlisi,bunu sürekli hale getirebilmelidir. Peki neden bu yaşam tarzına ve dünya görüşüne herkes sahip olamamaktadır?

         Gözlemlediğim kadarıyla,insanın yeni birşeyler öğrenmeye hazır olması, doymasıyla ilgilidir. Ancak her açıdan kendini tatmin etmiş olan insanlar düşüncelerine odaklanabilir.

Her an aklında başka maddi hedeflere ulaşmak olanların,ve bu hedefler uğruna aç bırakılanların kendilerine yönelme şansları azdır.

Bu nedenle en şanslı olanlar,kuşkusuz,kendi yağında kavrulup,kendilerine Tanrı tarafından mükemmel dengeyi anlayabilme yetisi verilenlerdir…

Çünkü sadece onlar evrenin sonsuz kütüphanesinden bir kitap seçebileceklerdir; ve doyduğunda dünya sofrasından kalkmayı bilmeyen insanlar ise çağın vebası olan obeziteye yakalanıp,Tanrı’nın kefelerinde sıfıra eşit olacak keselerini daha da ağırlaştırmanın yollarını arayacaklardır… 

Mutluluk...


Çok nadir bir duygudur mutluluk, insanı çoşkulu ve ani hazlara değil,zarif ve uzun soluklu doygunluklara götürür.Beraberinde de huzuru ve sevgiyi getirir…

         Kolay değildir bütün hücrelerinde dinginliği, huzuru ve yeterlilik duygusunu hissetmek… Çünkü insan rahat vermez kendisine çoğu zaman, hayatın getirdiği bir takım endişelerin yanında,zaman zaman sıralamasının değiştiği bu büyük yarışta geriye düşmenin kendisinde yarattığı hazımsızlığın,benliğini ele geçirmesine izin verir… Bu da mutsuzluğun,hiç kuşkusuz,tetikleyicisidir…

         Pollyanna olmanın insanı aptallaştırdığını düşünmekle birlikte; “insanın sahip olduklarının kendisini mutlu etmesine izin vermesi,ve daha fazlasını arzulaması” düşüncesinin, mutluluğun anahtarı olduğuna inanıyorum.
 
         Sahip olduklarının kendisini mutlu etmesine izin vermeyen insanların,bu büyük yarışı göremeyecek kadar sorunlarına yoğunlaşmış ve kıskançlık duygusunun hücrelerine sinmesine izin vermiş olduklarını düşünüyorum.

         Baz Luhrmann’ın Sunscreen’de söylediği gibi…  Zamanınızı kıskançlıkla harcamayın,bazen ileride bazen de geride kalırsınız,yarış uzun ve sonunda sadece kendinizlesiniz…

       Kendinizi diğer canlılardan üstün görmemek şartıyla,sahip olduklarınızın sizi biraz olsun rahatlatmasına ve şımartmasına izin verin… Yoksa bir gün,hayatın size verilmiş bir armağan olduğunu unutur ve onu içi boş,geçmek bilmeyen yıllardan ibaret olmakla suçlarsınız… 

Şansları değerlendirmek...


Zeka,güzellik,para,hırs,aile…İnsan kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan ayırt edici özelliklerin farkında olmalıdır…Ancak bu ayırt edici özellikleri hiç bir zaman diğerlerinden üstün olma çabası içine girerek kullanmamalıdır…

            Çünkü düşündüğünüzde fark edeceksiniz ki,bu özelliklerin hiç biri sizde hayatınızın sonuna kadar kalacak diye bir kaide yoktur;peki insan, her an kendisinden geri alınabilecek  bu kavramlara ne kadar sırtını yaslayabilir? Daha da önemlisi, insan kendisine tanınmış şansları,hayat koşusunda şike yapmak için diğer yarışçılara karşı kullanacak kadar utanmaz mıdır?

            Hayatta iki şeye güvenilmelidir bana göre; akla ve çalışkanlığa…  Eğer bunlara sahipseniz,şımartamaz sizi elde ettikleriniz, bilirsiniz ki bir gün aniden gidebilirler ; ve üzemez kaybedilenler,çünkü bilirsiniz ki er ya da geç,siz bir şekilde kazanırsınız J

            Ancak her an kaybedebileceğiniz şanslarınızı nakite çevirmeye kalkarsanız,kısa sürede büyük meblağlar kadar, yüksek ve sert düşüşleri de göz önüne almalısınız… Bir gün herşeyinizi kaybedebilir,ya da aslında güvendiğiniz dağlarınızın, küçük tepelerden ibaret olduğunu görebilirsiniz…

            İnsan erdemlidir,kendisine verilmiş şansları kazanım olarak görmediği sürece; ve mutludur insan, kendisine verilenlerin evrende dağıtılan şans kumanyalarından sadece bir tanesi olduğunu,daha ne güzelliklerin varolduğunu bildiği sürece…

"İyiki" "keşke"lerim var!


Bomboş bir sayfa verseler sana,baştan yazar mısın hayatını?Siler misin “keşke”lerini, “günah”larını? Yoksa kabullendin mi hepsini,seni sen yaptıkları için? Cesaretin var mı, “öyle yapmam gerekiyordu,yaptım” demeye?

         Arkasında durabilmelisin attığın her adımın,sahip çıkabilmelisin hayatına;sevaplarıyla,günahlarıyla… Onlar senin aldığın nefesin,yaşadığın hayatın kanıtları; Saksıda değil,toplumda yaşamanın sonuçları…

         Eğer keşkelerin varsa,üzülme;bil ki,değdi yaşadığına, sen hayattan hak ettiğini,hayat da senden gerekenleri aldı…Üzülmenin değil,yaşadıkların için mutlu olmanın vakti…
        
         Ama hiç “keşke”m yok diyorsan ,saksında oturup,kaçırdığın trenler için tasalanmalı ve birinin seni sulayıp,ne kadar mükemmel olduğunu söyleyerek seni  onurlandırmasını beklemelisin… Tıpkı, yaşamadığın hayatın boyunca olduğu gibi…

         Kısacası…
         Eğer “yaşayacaksa” insan,atmalı kurşun kalemini ve silgisini elinden,en parlak renkli tükenmez kalemlerden birini seçmeli kendine,ve o kalem tükenene kadar durmamacasına yazmalı…

         Yanlış yazsa silemeyeceğini; ancak yanlışların, doğrularla oluşturacağı ahengin adının “hayat” olacağını bile bile yazmalı insan… Son nefesinde “iyi ki…” demek için…

Tüketiyorum öyleyse varım!


İyi midir insan özünde,merhametli midir? Yoksa birbirini tüketmeye doymayan canavarlar olmak DNA’larımıza mı kodlanmıştır?

         Herkes doğduğunda masumdur bence, merhametlidir…Ta ki merhametsizlerin hırslarıyla ve korkularıyla kirlenene kadar…

         İnsan ihtiyacından fazlasına sahip olmadığı sürece iyi kalmayı başarabilir,ancak elde edilenler daha fazlasına sahip olmak için her zaman tetikleyicidir…

         Para ve güç ateşten birer gömlektir,ancak giyeni değil,etrafındakileri yakar. İnsan korkar o gömleği kaybetmekten,çünkü kaybederse tükettiği sönük insanlardan bir farkı kalmayacaktır…

Bu korkuyla her gün daha fazla güzellikleri feda eder insan,önce masumiyetini,sonra merhametini ve en nihayetinde insanlığını… Kendi varoluşunu,başkalarının yok oluşunda görmeye başlar,ve çekinmez insanları harcamaktan,çünkü onları harcadıkça banka hesabındaki sıfırlar da birer birer artacaktır.

Bir süre sonra alışır insan yarattığı felaketlere, duymaz başkalarının çığlıklarını.Ona göre şanssız olan zaten kaybetmeye mahkumdur.Susturur insan vicdanının sesini…İnsanların ses çıkarmayarak kabullendikleri çirkin yüzünü tavan arasında şık,kadife bir örtünün altında saklar…Ta ki yalnızlığın soğuk boşluğu onu yutana kadar…

"Var" olmak...


İnsanları “var” eden nedir bu hayatta? Doğdukları andan itibaren aslında “kayıp” olmaları,insanlara verilecek ikinci şansı da en başından yok eder mi? Ve doğduklarından itibaren “var” olan insanlar,bu özelliklerini iyi değerlendirebilme potansiyeline sahipler midir?

         Bence bu dünyada insanları var eden tek şey ; sınırlı sayıda insana tanınan ve iyi değerlendirilmezse aptallıklar zincirini başlatan altın halka,şanstır.

         Bazıları doğdukları anda yoksundurlar bu nimetten,onlar da şanssız doğmuş ve ikinci bir şans tanınmadığı için kaybolmuşların çocuklarıdır. Eğitimsiz ve parasız kalmışlardır,çünkü hiç kimse onlara bir ışık göstermemiş,onları da aynı aileleri gibi bitmeyen tünele mahkum etmişlerdir,bu arada kimseler o ışığı göremesin diye tünelin ucuna sessizce yeni tuğlalar eklemeyi de ihmal etmemişlerdir…

         Bazıları doğdukları anda “şanslı”dır.Onlar herşeyin en iyisine layıktır,çünkü ailelerinin göz bebekleridir. Onlar birer “birey”dir,ve öyle yetiştirilmelilerdir. Ancak burada son derece büyük önem taşıyan bir nokta olduğuna inanıyorum: Doğuştan gelen şans bazen tehlikelidir aile için de, çocuk için de…Eğer aile,sadece “şans” veriyorsa çocuğuna, çok yakın bir gelecekte başına gelecekleri de kabul ediyor demektir. Asıl marifet “şans”ı eğitimle taçlandırmaktır.

Kısacası…Eğer doğduğunda zaten çok fazla kardeşin varsa,ve ailenin düşünce yapısı eğitim öğesini içermiyorsa,kimse senin düşüncelerinle ilgilenmiyorsa,sen ŞANSSIZSIN…

Ama eğer doğduğunda seni heyecanla bekleyen kocaman bir ailen varsa,düşünce yapıları seni sarıp sarmalamaya,iyi yetiştirmeye yetiyorsa,ve sen bunu kullanmıyorsan,kusura bakma ama APTALSIN!  

Kuşatılmışlık üzerine...


İnsanlar hayatlarını doya doya yaşayabilirler mi? Yoksa doğduğumuzda bize zaten gideceğimiz yol çizilmiş midir?

            Kuralların toplumu bir arada ve bir düzen içerisinde tuttuğuna,ve prensipsizliğin ise çok büyük bir tehlike olduğuna inanıyorum.Ancak kimseye zarar vermeden kendi hayatlarını yaşayanların kuşatılmış olması beni rahatsız ediyor.

            Burada önemli olanın kişinin toplumu etkileyip etkilememesi olduğuna inanıyorum.Eğer bir insan toplumu etkilemiyorsa,kendisine istediği kadar zarar verebilme lüksüne sahiptir bence,çünkü herkes kendi yaptıklarından sorumludur.

            İnsanlar kendi hayatlarında yarattıkları yıkımlara dönüp bakmadan,arsızca karşılarındaki kişileri,onların hayal kırıklıklarını görmeden yargılamakta ve hayatlarıyla ilgili ahkam kesmektedir.

            Zorluklar,yenilen kazıklar,ulaşılan hedefler ve kaybedilen heyecanlar yaklaştırmaz mı insanları uçurumların kenarına? Eğer insan kaybetmişse gücünü,savaşamıyorsa artık vazgeçmez mi herşeyden?Arzu ettiği bütün hedeflere ulaştığında ve heyecanlarını kaybettiğinde istemez mi kendisini hayata bağlayacak bir yaşam destek ünitesi?

            Peki,doğru mudur zorluklarla mücadele etmemek için şımarıklıklarına sığınanların,istediği hiçbir şeyi elde edemeyip uğraşmayanların,bu insanları eleştirmesi?

Bence değildir ve bahsettiğim insanlar en önemli noktayı her zaman kasten gözden kaçırmaktadır…Herkesin tozlanması ümit edilerek bir kenara atılmış marifetleri vardır,ve bunların ortaya çıkmaması kişileri masum kılmaz…
            

Dünyayı değiştirmek


Biliriz dünyada iz bırakan insanları…zekaları, etkileyici üslupları ve yaptıklarıyla cezbederler bizi, derin bir hayranlık ve saygı duyarız onlara karşı…

         Hayati öneme sahip bir cihazı icat etmiş,yıllarca çözülemeyen bir formül yazmış ya da bir bağımsızlık savaşında lider olmuşlardır.Onlar bir kaygı gütmeden yaşamışlardır, herşeyin iyi olacağına inanan iyi insanlardır özlerinde…Uzun vadede dünyayı değiştirecek adımlar atmışlar,ancak günlük hedeflerinin arasına hiç bir zaman dünyayı değiştirmeyi sokmamışlardır…Deneme yanılma yöntemiyle hayatlarını geçirmiş ya da savaşlarda ve politik değişimlerde  en ön safta yer alıp kendilerini tehlikeye atmışlardır. Ölüm bir nefes uzaklarındayken bile savaşmaktan vazgeçmemiş,ve kendi zihinlerindeki bilgi ve fikirlerden başka hiçbir şeye de hayranlık duymamışlardır.

         Bugüne bakıldığında ise,kavramlara ve statülere tapan insanlar,dünyayı her geçen gün felaket uçurumunun kenarına biraz daha sürüklemektedir.  “Dünyayı değiştirmek” bugün herkes için mümkündür aslında,ancak kimsenin işine gelmemektedir. Banka hesabı kabarık olan dünya barışını savunmakta,ve açlıktan ölen çocukları göz ardı etmektedir.

         Yarını düşünmek ve endişe duymak herkesi birbirine daha da yabancılaştırmaktadır… Herkes birbirinin kahramanı olsa aslında dünyayı da değiştirecektir.Ancak kimsenin işine gelmemektedir “gizli” kahraman olmak, makbul olan kahraman ilan edilebilmektir…

Güven...


Güven nedir? Gerekli midir yaşamak için,yoksa zaaflar zincirinin en sağlam ama bir o kadar da kırılgan olan halkası mıdır?

            Dışarıdan bakıldığında vazgeçilmezdir insan ilişkileri için güven,hayatını başkalarına adamış olanlar için hayati bir ihtiyaçtır. Güvenmeden yaşamak imkansızdır bu insanlar için,çünkü hayatlarını gizliden gizliye,güvendikleri insanlar yönetmektedir ve kristal şato tuz buz olursa onların hayatlarının büyük bir kısmı da yok olacaktır. Yıkılan kristal şatoları gördükten sonra yaptığım tespiti paylaşmak istiyorum…

            Güven,güvenen tarafta zaaf,güvenilen tarafta hareket özgürlüğü sağlayan bir kavramdır bana göre… Bir kez kazanıldı mı güven,yalanlar ortaya çıkana kadar özgürdür güvenilen kişi, yapması gereken tek şey mayına basmamaktır,eğer vicdan azabı çekmiyorsa…

            Benim için güvenin azı karar çoğu zarardır.Çünkü ne kadar çok güvenirseniz,o kadar yüksekten düşeceksinizdir…Bu ince ayarı tutturmanın tek yolu da kendinizi başkalarına feda ederken gizli bir yanınızı daima kendinize saklamanız olacaktır…

Zenginlik üzerine...


Hayatta asıl zenginlik nedir diye sorulduğunda ilk akla gelen sağlıktır,ki doğrudur…Ancak buradan sonra da insanlar ayrılmaktadır…Gerçek zenginlik nedir? İnsan ne için savaşmalıdır ki ebedi bir şey elde edebilsin?

            İnsanlar bazen bu dünya için,bazen de sonsuz dünya için çok çalışmaktadır;ikisine de saygı duymakla birlikte,tek bir şeyin kalıcı olduğuna inanmaktayım:Bilginin…

            Asıl zenginlik bilgidir bana göre,insanın zihninin ne kadar gelişebildiğiyle ölçülür zenginlik.Ve bu dünyada işimize yarayacak,ve göçüp gittiğimizde yanımızda götüreceğimiz tek şey de aklımız,
dolayısıyla bilgilerimizdir…

            Dünyevi açıdan baktığımda olayın iki boyutunu görüyorum: İlk olarak,eğer aklınız zengin değilse cebinizin ne kadar dolu olduğunun hiçbir önemi yoktur.Yaşarken yüzünüz gülecek,ancak öldüğünüzde yanınıza bu dünyadan kar kalan hiçbir şey olmayacaktır.Ne kadar çalışmış olursanız olun,ruhunuza hiçbirşey katamamış olacaksınızdır…

            Diğer yandan,eğer kendinizi bilgilerle donatmaktan yoksunsanız,bu dünyayı ve muhteşem dengeyi de hiç bir zaman anlayamayacaksınızdır. İnsanların sadece dünyaya,bu müthiş dengenin bir kısmını oluşturmak için gönderildiğini farkedemeyecek, “herşey insanlar için” deyip sadece kendi türünüzün varlığını ön plana çıkaracaksınızdır…

            Dini açıdan baktığımda ise sadece sonsuzluk için çalışıp,bu dünyadaki bilgileri reddetmenin de kendinize yapacağınız en büyük kötülüklerden olacağını düşünüyorum… Sadece ibadet edip,insana bahşedilmiş zihin tarafından üretilen bilgileri bir kenara atmanın dini olarak tasvip edileceğine kesinlikle inanmıyorum… Bana göre din,insanlığın bütün gelişimini desteklemekte ve tasvip etmektedir,Tanrı’nın bu kadar büyük bir zeka potansiyelini insanlara tanıması da adeta bunun ispatıdır.

           
Dolayısıyla insan,hayatı boyunca dini ve dünyevi çalışmalarını dengelemeli ve onlara bilgilerinden oluşan altın bir çerçeve çizmelidir.Ancak bu şekilde dünyada mutluluğu yakalayabilir ve kendisine verilmiş olan akıl için Tanrı’ya teşekkür edebilir…

           


Bazen en güçlü müdür aslında en zayıf olan?


Nedir insanı güçlü ya da zayıf kılan? Peki insan neye karşı güçlüdür?

            “Güçlü” olmak insanlığın ortaya çıkışından beri kaç kişi üzerinde hakimiyet kurabildiğinle ve kaç kişinin hayatında belirleyici olduğunla ölçüldü;ancak bunun son yıllarda değiştiğinin sen de farkındasındır sayın okuyucu.

            Dışarıdan bakıldığında hala eskisi gibi görünse de bu karmaşık durum,aslında çok farklı.İşte günün sorusu…Kendine karşı güçlü müsün?

            Hazmedebildin mi öğrendiğin bilgileri,tatmin olabildin mi elde ettiklerinle? Yoksa hala arıyor musun hayallerindeki “sen”i?

            İnsanın kendisine karşı güçlü ya da zayıf olmasının,"kendi" ihtiyaçlar piramidinin kaçıncı basamağında olduğuyla alakalı olduğuna inanıyorum.Eğer ihtiyaçlar piramidinin zirvesine ulaşıp kendini gerçekleştirdiysen artık güçlüsün demektir,arzu ettiklerine ulaşmışsındır.Ancak alt kademelerde kaldıysan,biraz daha mahkumsundur karanlığa.

            İhtiyaçlar piramidi biraz kişiselleştirilebilir bir kavramdır bence.Herkesin beklentileri farklıdır sonuçta;ve birinin rüyaları,kimisi için çoktan edinilmiş ya da kazanılmış ve bu nedenle de anlamsız olabilir.

            O nedenle de anlaşılmaz,kim güçlü,kim zayıftır…Bazen en güçlü görünendir aslında en zayıf olan,ve en zayıf görünendir aslında dünyayı fethetmiş olan…

"Üstün" insan...


Nedir insanı diğer canlılardan ayıran,daha üstün olduğunu düşündürten? Bir çok şeyi icat etmesi mi o’na bu hissi veren? Yoksa artık birçok hayvanın bu dünyada yaşayacak bir ortam bulabilmelerinin,insanın vicdanına kalmış olmasından dolayı duyulan psikopatça bir haz mı?

            İnsan,hayvanlarla aynı tip hücreleri taşımasına rağmen,güçlü görür kendini,kendisine bahşedilmiş aklın doğru kullanılması gerektiğini,aksi takdirde çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini göz ardı eder bazen…

            Burada bütün bir şehri yok eden atom bombalarından bahsedip çok uzağa gitmeyeceğim.Yanı başımızda,sokakta tekmelenerek öldürülen hayvanların can acıtıcı durumundan söz edeceğim…

            Bu yazıyı okuduğunuzda beni eleştiri bombardımanına tutabilirsiniz,ancak ben yine de konuşacağım…

            İnsanlar kadar hayvanların da yaşamaya hakları olduğuna; bir kedinin canının bir insandan daha değersiz olmadığına; bütün canlıların bu dünyaya,Tanrı tarafından,bu müthiş dengeye katkıda bulunmak için yollandığına;ve sadece “insan”ın bu müthiş dengeyi altüst edecek kadar “zeki” olduğuna inanıyorum…

            Hergün aynı şeyi gözlemliyorum,karşılaştığı bir canlıdan yardımını esirgeyip,Tanrı’dan yardım dileyen zavallı ruhlar… Kendisinden güçsüzünü görünce egosu zirve yapan,ama güçsüz düşünce Tanrı’yı hatırlayan…

            Kendilerinden fiziksel olarak daha zayıf olan canlılarda ego tatmin edenler unutmamalıdırlar ki,Tanrı da karınca çiftliği olan bir çocuktur…

Ayrıntı...


Nedir hayatı gerçek ve anlamlı kılan? Mutluluğu insanlara getiren? Bu sihir,hayatın neresindedir? İnsanlar arasında geçen olaylarda mıdır,yoksa ayrıntılarda mı gizlidir?

            Bakış açını bilemem sayın okuyucu,ama bence hayat dalganın sesinde,çocuğun gülüşünde ve kuşun cıvıltısında saklıdır… Ve bu ayrıntılar yaşanan olaylara feda edilemeyecek kadar da değerlidir…

            Gözlemlediğim kadarıyla insanlar bu konuda da ikiye ayrılmaktadır.

            Bu ayrıntıların farkına varıp keyfini çıkaran ve doyasıya “yaşayan” insanlar vardır mesela,bilirler ki bunlar “farkedebilen” insanlar için birer armağandır ve mutluluğun ağır demir kapılarını kolaylıkla açan küçük anahtarlardır aslında…

            Bu güzelliklerin varlığından bile haberdar olmayanlar da vardır. Onlar olaylara ve dialoglara değer verirler,onlar için önemlidir başkalarının normları ve değerleri;kendi değerlerini,doğrularını oluşturamamışlardır ki hiçbir zaman…Bu insanlar hayatları boyunca huzursuzluğa mahkum olacaklardır…

            O halde,hayatı gerçek ve anlamlı kılan “şimdi”de yaşadığımız küçük mutluluklar ve etrafımızda gördüğümüz küçük ayrıntılardır, onlar geleceği etkileyemeyecek,yaşadığımız “an”da kalacaktır…

            Biz bazen farkedemesek de,yaşadığımız her an birbirinden özel ve güzel olacaktır…

Acıma duygusu üzerine...


Merakımız ve küçümseme duygumuz benliğimizi ele geçirdiğinde büyük bir zevkle “acırız” karşımızdakine, kendi acizliğimizi görmeden…

         Bir süre sonra bu uğraş sıkıcı geldiğinde ise hazırdır hemen bahanemiz,acımak dini olarak tasvip edilmemektedir…

Aslında biz bile bilemeyiz neden küçümsediğimizi, düşünmeyiz hiç.Nelerdir acımanın,küçük görmenin kriterleri? Her insan değerli değil midir kendisi olduğu için? Hep savunmaz mıyız farklı renklerin toplumun zenginliği olduğunu?

Biraz düşünürsek bu konu üzerine,farkederiz ki;Acırız,çünkü acemiyizdir,ayırt edemeyiz ilk bakışta cesur olanı korkaklardan,akıllı olanı aptallardan ve cömert olanı cimrilerden…Ya da acırız,çünkü değer vermeyiz insanın ruhuna,kıyafetine verdiğimiz kadar…

Önemli olan aklı,düşünceyi değil,bedeni giydirmektir bizim için… Aklı ne kadar çıplak olursa olsun,eğer bir adam “giyinmiş”se, o’dur makbul olan.Ve bu adamın hakkıdır “giyinmemişlere” acımak,zihinlerini görmeden…  

İnsan acır karşısındakine,çünkü kendisi mükemmeldir, kusursuzdur…mükemmel bir ailede doğmuş,en iyi eğitimi almış,bir elin parmağını geçmeyecek kadar ünlü kolejlerde okumuş ve çok kar getiren anlaşmaların altına imzasını atmayı hep bilmiştir…Ya da acır karşısındakine insan, çünkü o kadar dardır ki dünyaya bakış açısı,değil bunlara sahip olmak,bunların hayatına getireceği olgunluğu hayal bile edememektedir…

Kısacası…Acır karşısındakine insan,çünkü hayatı boyunca dönüp aynaya bir kez bile bakmamıştır…