24 Aralık 2012 Pazartesi

Fısıltı

Açtı, içi içini yiyordu... İstiyordu, sahip olmalıydı...

Bütün benliğinde hissetti arzusunun uyandığını, düşündükçe daha da yaklaşıyordu sanki ona; ama uzanamıyordu, tahmin ettiğinden daha da ağırdı kolları...

Bekledi ve mücadele etmeye devam etti. Sonra kısa bir an, bir düşünce belirdi zihninde:
"Ya olmazsa?!" Şimdi çok yaklaşmıştı yanmaya, yok olmaya. Nefesi kesiliyordu küle dönüşeceğini düşündükçe...

O nefessiz kaldıkça fısıltılar yükseldi: "Kabullen!" "Yetinmeyi öğren!"...

Simsiyahtı, güzel olmaya uzak, yanmaya bir o kadar yakın... Ama vazgeçmedi, çabaladı ve bekledi.
Sonra bir gün kendisini tanıyamadı. Başarmıştı, mükemmeldi..."doymuştu".

Ve fısıltılar bir kez daha yükseldi...

Gülümsedi sessizce, aklında tek bir düşünceyle...
Hiçbir şey bitmiş değildi, kömürken onu yakmaya çalışanlar, elmas olduğunda pırlanta yapmaya çalışacaklardı...

30 Ağustos 2012 Perşembe

'Hiç...'

Hiç vazgeçmeyeceksin bir kadeh kıskançlıkla kendinden geçmekten...
Hiç teşekkür etmeyeceksin içine çektiğin yemyeşil huzura...
Hiç farketmeyeceksin güzelliğini sırlı bir camda...
Hiç şımartmayacaksın kendini,layık olduğuna inandıklarınla...
Hiç mutlu olmayacaksın uğruna çabaladıklarınla...
Hiç gülümsemeyeceksin 'keşke' dediğin anlara...

Ve hiç çekinmeyeceksin zehrini akıtmaktan,bütün bu "hiçlerde" boğulup "hiçlik" olduğunu sandığında...

Sonra bir an gelecek ve insanların bakışlarında göreceksin gerçeği bütün saflığıyla...
Diyecekler ki sana..."Çamur atmak rezillik,çamur atılmak meziyettir!"

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Sonsuzluğun mükemmelliği...

Masmavi bir sonsuzluksun sen;kimi zaman sakin,kimi zaman fırtınalı,ama hep dalgalı...

En tatlı meltemlerinde huzurunu,en sert kasırgalarında öfkelerini,dalgalarında şefkatini,girdaplarında hayal kırıklıklarını barındıran bir gizemsin...

Derinlerinde en büyük güzellikleri,en renkli hayalleri gizleyen;en sert mücadeleleri veren,ihtişamıyla büyüleyen,yapabilecekleriyle ürküten ve bu mükemmelliğinin bedelini her zaman ödeyen bir mucizesin...

'Ya bittiği yerde düşersem?' diye düşünüldüğü için kalbine kimsenin ulaşmaya cesaret edemediği;ufuk çizgisinde olduğu söylenen cadı kazanları,kimsenin göremeyeceği ve ulaşamayacağı kadar derinlerde, sadece kendi vicdanı için kaynayan bir okyanussun...

Sen kadınsın...

2 Ağustos 2012 Perşembe

"Sevgi"...

Beni sen davet ettin,hüzünlenme...Kendi ellerinle verdin şehrinin anahtarını,gülen gözlerle.Yoksa kim aşabilirdi surlarını,ulaşabilirdi en derinine?

Aslında biliyordun en başından beri üzülebileceğini ama mutluluğa ve huzura inandın,bir an bile tereddüt etmeden kapılarını ardına kadar açarken...

Yavaş yavaş ulaştım asıl "sen"e...Kimsenin görmediklerini gördüm,hissetmediklerini hissettim.En büyük mutluluklarını gördüm,bazen seyirciydim bazen de oyuncu.Bana baktığında mutluydum sen gülüşlerinle ışık saçarken,ama bazen sadece karanlığı diledim sessizce...

En büyük acılarına şahit oldum,kimi zaman giriş kimi zaman da çıkış kapındım.En kederli karanlıklarının ve en ışıklı yollarının başlangıcıydım...

Şimdi sokaklarında dolaşıyorum elimde bidonumla.Yavaş yavaş döküyorum heryere birlikte geçirdiğimiz anları,ve sevgi kibritimi çakıyorum...Cayır cayır yandıktan sonra sadece koca bir hayalkırıklığı kalıyor senden geriye...

Ben bile bilemiyorum şimdi değer miydi gerçekten?! En yakınınım ne de olsa; annen, baban, çocuğun, eşin,sevgilin,dostun,arkadaşınım...

Neyse düşünme artık,başka seçeneğin mi var?Kapat gözlerini ve sadece inan...

Seni çok seviyorum...

29 Temmuz 2012 Pazar

Sadece "sen"...

Soyun yavaş yavaş...

Önce "öfkelerini" bir kenara bırak...Affedebilmenin verdiği ferahlamayı yaşa,kollarındaki hafiflemeyi farket...Tahmin ettiğinden daha ağırlarmış değil mi?

Şimdi ise "başkaları kaçtığı için üzerine aldığın sorumlulukları" çıkar...Dünyayı tek başına kurtaramayacağını anlarken,omuzlarının gevşediğini ve dinlendiğini hisset...

Sırada "hırsların" var...Onları sıyırırken teninden,asıl değerli olanın 'sen' olduğunu hisset.Zihninin nasıl da berraklaştığını,kokuların daha belirgin,renklerin daha parlak olduğunu farket...

"Endişelerinden" kurtul şimdi de,ayaklarındaki prangalar açılırken,adım atma gücünü ve isteğini geri kazan...

Son olarak ise "pişmanlıklarını" çıkar vücudundan...Yüreğini sıkan el yavaş yavaş gevşerken,hiçbir şeyin tek taraflı olmadığını hatırla...

Şimdi ise hepsini tekrar giymeden önce son kez yaklaş ve bana bak...Ne gördüğünü sadece sen bileceksin,ancak şunu unutma...Aynalar asla yalan söylemez!


25 Temmuz 2012 Çarşamba

Son hamle...

Beni aldattın!Oysa ben senin herşeyindim...

Görebildiğin her renktim...Ağaçların verdiği yeşil huzurun bütün farklı tonları,çiçeklerin o benzersiz enerjisinin pembe,mavi,turuncu ve sarı kaynağıydım...

Alabildiğin binlerce farklı kokuydum...Küçük büyüleyici şişelerdeki sihirli formüllerden, denizin o muhteşem serinliğine kadar...

Duyabildiğin her sestim...Sana kim olduğunu ve nereden geldiğini hatırlatan ezanlar ve kilise çanlarından,ruhuna dokunan her notaya ve sevdiklerinden duyduğun her sözcüğe kadar...

Aldığın bütün tatlardım...Annenin tarhana çorbası,likörünü bütün hücrelerinde hissettiğin çikolata,ve yaptığın o 'mükemmel' ilk yemektim...

Dokunduğun herşeydim...Bazen çok sevdiğin annen,bazen ilk aşkın,bazen de aldığın mücevherin,araban,ya da ipek elbisendim...

Hepsinden önemlisi;ben senin aldığın nefestim,hayat kaynağındım...Yaşamının en önemli sebebi,mutluluğun,hüznündüm...

Ama sen bunları hiç farkedemedin ve beni defalarca terk ettin.Hatta bazen daha da ileri gidip benden tamamen vazgeçtin...Hüzünlerini "geçmişe",mutluluklarını "geleceğe" bağlayıp aslında benimle birlikte kendini de unuttun...

'Piyonların' uğruna 'vezirini' feda ettin,kazandığını zannederken aslında kaybettin...'Şahın' hala elindeyken,şimdi piyonlarını korkusuzca kullan ve beni geri almaya bak...Evet,ben senin 'vezirinim',en güçlü yardımcın,"bugün"ünüm...

22 Temmuz 2012 Pazar

En romantik kumar...

Benim olmaya cesaretin var mı?

En sıcak tutkularımda alev alev yanmaya,en serin huzurumda yavaş yavaş rahatlamaya;alınan bütün nefeslerin tek sebebi,görülen bütün rüyaların başrol oyuncusu olmaya;bazen büyük bir zevkle en sadık köle,bazen de istemsizce en zalim diktatör olmaya yetecek mi cesaretin?

Eğer güveniyorsan kendine,içeri gel,zırhlarını çıkarmama izin ver.Ellerim değecek yüreğine;enerjimin,pompalanan kanınla birlikte bütün hücrelerine ulaştığını hisset...Nabzın hızlanırken,sana o ihtişamlı masaya kadar eşlik etmem için elimi tut...

Evet,ben "aşk"ım,şimdi gözlerini kapat ve derin bir nefes al,oksijen ciğerlerini doldururken kalbinin sıkıştığını hisset ve zarlarını at...Ya vezir olacaksın,ya rezil!

6 Temmuz 2012 Cuma

Açık denizlere...

Bir havaalanındaydım.Küçüktü ama güzeldi...Hissediyordum,ben orada güvendeydim.Kusursuz ve bomboş pistlerde paten kaydım,endişe duymadan,özgürce...

Bir süre sonra ışıltılı uçakları görmeye başladım.Daha önce farkedemediğim...Her gün bir yenisini görüyordum,ve şaşkınlığıma engel olamayıp ağzım bir karış açık onları izlerken o kusursuz pistte tökezliyordum.

Bir gün onu gördüm.Mükemmeldi,beni tamamlayacak şık bir özgürlüktü...
Ve ona bindim.Ben hazırlanırken o daha da yükseldi.Paraşütümü takarken 'daha yükseğe' dedim,'bu yetmez!'

Hazır olduğumu hissettiğim an,bir kez bile duraksamadan kendimi boşluğa bıraktım...Hırçın rüzgarı bütün vücudumda hissederken paraşütümü açmaya çalıştım,yapamadım...Büyük bir hızla düşüyordum. Öleceğimi sandığım o uzun saniyenin sonunda kocaman,karanlık bir okyanusta buldum kendimi.

Yüzeye çıkıp derin bir nefes aldığım an bir el beni bileğimden çekti.Kurtulmaya çalışırken nefessiz kalıyordum,ciğerlerim çekiliyor,kalbimi sıkıştırıyordu.

Zaaflarım,tutkularım ve imkansız olacaklarına inanmadığım hayallerim çekiyordu bileklerimden... 'Hayır' dedim, 'hiçbirinizi bırakmam!'.Onları benimle yüzeye çekmeye çalıştıkça daha çok battım karanlıklara...

Ancak boğulacağımı anladığımda birkaçını bırakmaya karar verdim.Ve onlar karanlığa doğru uzaklaşırken ben,güneşin parlak ışıklarına yüzdüm...

Vazgeçmiş olmamın kalbime verdiği sızıyı,hayat veren oksijenle dindirirken güneşin sıcak ve samimi ışıklarını yüzümde hissettim...Ve uyandım! Yatağımda,büyük ve karanlık okyanustan çok uzaktaydım...Elimi kalbime götürdüm ve ıslak ruhuma dokundum...

Hissediyordum,daha pek çok kez,büyük ve karanlık okyanuslardan imkansız hayallerimi ve içimdeki çocuğun parçalarını bırakarak,biraz daha büyüyerek,daha da güçlenerek sağ çıkacaktım.Bir süre sonra ise benden geriye,hayallerine tapan bir çocuk değil, gerçekleriyle yaşayan bir kadın kalacaktı...

Ancak eğer bir gün umudumu ve aşkımı kaybedersem,bir kaşık suda boğulacaktım!

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Sen & Ben

Sen bir ruhsun,bu dünyaya gelme ve kendi hikayesini yazma şansı bahşedilen...Ve ben,sana verilmiş bir emanetim,bir ömür sana ait olacak olan...

Sen,bensiz görünmez ve hissedilmez,ama buna rağmen sonsuz;ben sensiz vasıfsızım...

Birlikteliğimiz mükemmelliğin simgesi,ancak alışıldığı için değeri bilinmeyen en büyük mucize. Ayrılığımız ise hüzün ve keder yüklü bir muamma.

İlişkimiz mi?Biraz platonik denebilir belki.Çünkü sen kendi destanını yazma şansına sahip sonsuz bir ışıkken;ben şimdilik senin görünen yüzün,çekip gittiğinde ise koca bir hiçim.

Ancak sen bu birlikteliği acı verici ve platonik hale getirirken tek bir nokta var göz ardı ettiğin...Evet belki sana bağımlıyım ama sen o destanı bensiz yazamazsın!

Çünkü ben;sana verilen en nadide enstrüman,en değerli armağan,ve en büyük şansım...

Ben senin görünmez kahramanın,bedeninim...

1 Temmuz 2012 Pazar

Her defasında,yeniden...

Uyanmaya çalıştı,soğuğu bütün bedeninde hissederken...Ağır göz kapaklarıyla mücadele etti sonra,ve gözlerini açtı yavaşça...

Ağır ağır kalkarken yerinden,sol göğsündeki ince,derin çizgiyi farketti.Dokundu...Ve herşey gözünün önünde bir kez daha canlandı..."Öfke"ydi bunu yapan,biliyordu.Her seferinde bambaşka bir suretle çıkıyordu karşısına,onu bu dünyadan silip atmak için,sanki hiç var olmamış gibi...

Soğuk,karanlık ve bomboştu oda.Yavaşça giyinirken duyabildiği tek ses kendi nefesiydi.Uzun koridordan ilerledi sonra,ışık sızan büyük kapıya doğru...

Ve dışarı çıktı,kapının yanındaki levhaya takıldı gözü;dört harf,tek sözcük,ve kocaman bir boşluk...'morg'.

Gülümsedi,biliyordu ki bu ne ilk seferdi ne de son olacaktı.Her gün,her dakika ölecek ve her öldüğünde geri dönmeyi başaracaktı...

Parlak güneşe çevirdi yüzünü ve derin bir nefes aldı.Tenine değen sıcaklığı ve hücrelerinde dolaşan oksijeni hissederken yenilendi...

Ve böylece "umut",bir kez daha hayat buldu...

26 Haziran 2012 Salı

Işıltılı,rengarenk ve vazgeçilmez...

Hiç hayallerinden vazgeçtin mi sayın okuyucu? Kendinden bir parçayı terkettin mi?
Belki etmişsindir,daha somut ve sonu olanlar uğruna...Uçlardan vazgeçmişsindir,orta çizgiyi tutturmak daha kolay diye...

"Neyime yetmez ki?"diye düşünmüşsündür belki,zaten ulaşabileceklerin varken.Ve böylece ortalamaya yaklaşıp daha çok kabul görmeye başlamışsındır,aslında kendini unuturken...

Ya da...

Hiçbir hayalinden vazgeçmemişsindir,onların parlak renklerine ve ışıltılarına kaptırırken kendini...
Önünde gidebileceğin makul yollar varken,sen bıkıp usanmadan,inatla bambaşka bir yol açmaya çalışmışsındır kendine,etraftakilerin şaşkın bakışları altında...

Bir sonu 'olmama' olasılığının 'olmasına' göre çok daha yüksek olduğunu kendine itiraf etmekte bile zorlanırken,bunu insanların bakışlarında görmüşsündür belki...Ve inadın daha da artmıştır bu bakışları farkettikten sonra, "imkansızı" istemek daha çekicidir ne de olsa...

Seni bilemem sevgili okuyucum,ama ben 21'inde,hala hayalperest ve şu cümleyi söyleyecek cesareti olanlardanım: "Ben istediğimi alırım!"

23 Haziran 2012 Cumartesi

Sen...

Sen bambaşkasın,bir araya gelmez denilenleri kendinde toplayan sonsuzluksun...

Kocaman bir boşluksun bazen,kurtulup ışığa kavuşmaya çalıştığımız...
Hüzünsün,içten içe acıtan ve bir an önce bitmesi için dua ettiğimiz...
Matemsin,yüreğimize çöküp bizi ağırlığıyla ezen ve hiç sona ermeyecekmiş gibi gelen...

Ama aynı zamanda...

Asaletsin,herkesin gıpta ettiği ve arzuladığı nadir ışıltı,güzelliğin vazgeçilmez parçası...
Güçsün,gizlice arzulanan,alenen kıskanılan o çekici tehlike...
Yalnızlıksın,yorucu kalabalıktan uzak,azı karar çoğu zarar bir sessizlik...
Gecesin,uzun ve hep ışıklarla dağılan görkemli bir gölge...

Sen bunların hepsinin en güçlü sembolü,insanların karanlık cennetisin...

Sen "SİYAH"SIN...


21 Haziran 2012 Perşembe

Dünya sadece çizgi çizgi değilmiş meğer...

"Dünya"nın özellikleri nelerdir sayın okuyucu? Hemen söyleyeyim:
"Dünya,kutuplardan basık ve ekvatorda şişkindir.Ayrıca,üzerinde meridyen ve paralel denilen bir sürü göremediğimiz çizgi vardır."

Bunları ilköğretim üçüncü sınıftan on ikinci sınıfa kadar her yıl duydum.Şimdi ise,üniversitedeki üçüncü yılımı bitirdiğim yaz "dünya"nın farklı bir özelliğinden söz edeceğim :)

Bence "dünya" her an yedi milyara yakın farklı oyunun oynandığı muhteşem bir tiyatrodur.

Bu tiyatroda herkes kendi 'senaryo'sunu kendisi yazar; mutluluklarını,hüzünlerini, isteklerini, beklentilerini,aşklarını,sevdiklerini,sevmediklerini,ve kendisine dair daha pek çok şeyi bir araya getirir birbirinden değerli cümlelerinde...

Senaryosunu yazdıktan sonra,sunulan malzemelerden kendisine en uygun olanları seçer ve 'dekor'unu oluşturur.Zordur bunu yapmak, her detay ayrı bir anlam taşır;bunun yanında,dekor oyuncuya ve senaryoya layık olmalıdır.

Son olarak sıra 'kostüm'e gelir.Bunun için renkler ve malzemeler seçilir önce,daha sonra oyuncuya,senaryoya ve dekora birebir uyumlu kostüm dikilir.

Artık herşey hazırdır...Oyuncu kostümünü giyip,kendisi için dekore ettiği sahnesine çıkar ve kendi senaryosunu oynar...

Sadede gelecek olursam sevgili okuyucum,
senaryon yaşadıkların,
dekorun başardıkların,
kostümün duruşun,
oyunun hayatındır!

Şimdi sahne senin!

19 Haziran 2012 Salı

Oyun ve Joker

Hayatı, bir "kazanma ve kaybetme süreci" olarak sınırlayıp,senden bunu tek bir sözcükle ifade etmeni istesem ne derdin sayın okuyucu?

Evet çok karmaşık ve şu an aklından bir sürü sözcük geçtiğini tahmin edebiliyorum. Beklentilerin, arzuların,yaşanmışlıkların ve yaşam tarzın seçtirecek sana sözcüğünü.

İşte benim sözcüğüm! Bence hayat bu açıdan bir "oyun"dan ibarettir. Herkese sadece bir el kağıt dağıtılan,ve kazanmanın ya da kaybetmenin birer tercih olarak sana bırakıldığı bir oyun...

Doğarak dahil olduğun bu oyunda yapman gereken ilk şey kuralları hazmetmektir. Yaşayacak, büyüyecek,kazanacak,kaybedecek,yaşlanacak ve öleceksin. Kimse için değiştirilmeyecek bu kurallar, o nedenle şanslarına ve kazanımlarına dayanarak herhangi bir kural için sana torpil yapılmasını bekleme.

Yapman gereken ikinci şey,bu oyunu asla hafife almamaktır. Çünkü bunu yaptığın an, herşeyden vazgeçtiğin ilk dakikadır.

Yapman gereken üçüncü şey ise, kendi kartların arasındaki gizli jokerleri bulmaktır; ki bu, diğer ikisi tarafından desteklenen en önemli adımdır.

Eğer bu jokerleri fark edemezsen, "kazanmak" ve "kaybetmek" kuralları arasındaki dengeyi hiçbir zaman sağlayamaz ve kaybettiğin her kart için "feleği" "kahpe" olmakla suçlarsın!

Jokerleri görmeyi başarırsan ise, farkedeceksin ki o kartlar sana farklı kapıları açabilmek için verilen şanslardır. Çünkü Tanrı asla yarattıklarına boş yere bedel ödetmez.

Ve bizim "kazanmak" ve "kaybetmek" diye bahsettiğimiz kurallar, tek bir cümlede dengeyi bulur: "Herkes sahip olduklarının bedelini öder."

O nedenle, kendi adına üzüldüğün herşeyi bir kenara bırak ve ayağa kalk! Önümüzde zorlu ve zevkli bir oyun, elde edilecek çok hedef, ödenecek çok bedel var!

13 Haziran 2012 Çarşamba

En küçük şişe ve en güçlü formül

İşlediği ilk günahtan sonra başladı insan "küçük şişe"yi aramaya.İçindeki sihirli formülden bir damla içerek "yüzleşme"den kaçmaya çalıştı. En büyük rüyalarından biri oldu o formül ve destanlarda yazıldı, doğanın armağanları arasında arandı.

Ama kimse bulamadı onu. Bir süre sonra da herkes vazgeçti bu arayıştan ve en iyi yolun "zavallı ruhlarının affı" için yakarmak olduğunda karar kıldılar.Sonra, işledikleri ve işlemedikleri, ellerinde olan ve olmayan her hata için yüzyıllarca yalvardılar. Kendi ruhlarına verilen o büyük güçleri ve değeri görmekten korktular,onları "doğru yoldan" ayırır diye.

Ve fark edemediler aslında o formülün kendilerinde gizli olduğunu...

Halil Cibran'ın dediği gibi... "Benim varlığımın sonu yoktur. İnsanın ruhu, Tanrı'nın yaradılışta kendinden ayırdığı meşaledir."

7 Haziran 2012 Perşembe

"Doğa"nın madalyonu

Sorguluyor  insanoğlu başına gelen felaketleri... Enkaz altında ya da sokaklarda akan derin sularda hayatlarını kaybedenlere ağlıyor... "İsyan etmemek" için birbirini telkin ediyor, karşı gelinmez diyor, "kader böyleymiş"!

Her zamanki gibi, madalyonun diğer yüzünü çevirmeden, bütün eylemlerine "kader" kılıfını giydiriyor şuursuzca, kendi yaptıklarını görmezden gelirken... Halbuki Doğa ana senelerdir katledilen evlatlarına, düştüğü her yeri yakan gözyaşlarıyla ağlıyor. Bir yandan da merhamet ediyor insanlara, kendilerini kapattıkları hapishaneleri büyük bir zevkle inşa ettiklerini gördüğü için...

Ama artık vazgeçti Doğa ana kendisine acımayana acımaktan.Silin gözyaşlarınızı,çünkü daha yeni başlıyoruz...

3 Haziran 2012 Pazar

Asalet...


Asalet, sahip olabileceğiniz en şık kıyafettir. “İddiasız” bir “iddia” ya sahip olabilmektir. Ve eğer ona “gerçekten” sahipseniz, şanslı olan azınlığa dahilsiniz demektir…

            Elde edilen hiçbirşey, “asalet” e sahip olacağınız anlamına gelmez; etiketi kaç basamaklı olursa olsun. Çünkü insan; onurlu, dürüst ve cesur olabildiği ölçüde asildir.

            İstediğiniz kadar “giyinin”, eğer herşeyinizi kaybetme riskini alarak, doğru bildiğinizi savunacak kadar dürüst ve cesur; ve hedeflerinizi gurursuzlukla elde etmeye çalışmayacak kadar onurluysanız, “gerçekten” asilsiniz demektir…

            Ve şuna yürekten inanın… Eğer “asalet” bu kadar nadide olmasaydı, insanlar binlerce dolarlık maskeler kullanarak ona sahip olduklarını “iddia” etmeye çalışmazlardı… 

29 Mayıs 2012 Salı

Yetenek üzerine...


Cesaretin ve deliliğin bileşkesi “yetenek”tir. İstediğin gibi yaşayacak kadar cesur; ve insanların dinleyip dinlemeyeceğini önemsemeden, yapmak istediğini sadece kendin için yapacak kadar deliysen, “yeteneklisin” demektir…

            Eğer inanıyorsan kendine, umursama “diğerleri”nin ne dediğini,korkma “anybody” olmaktan.

Anlaşılmamaktan ve eleştirilmekten şikayet etme. Seni az sayıda insanın anlaması, olsa olsa yeteneğinin bir sonucudur. Çünkü çok fazla takdir edilen hep piyasaya düşer.

Eleştirilmek ise büyük yeteneklere verilen en büyük armağandır. Olumlu eleştiri takip edildiklerini, olumsuz eleştiri ise nadide ve zor anlaşılır olduklarının ispatıdır.

Ve şunu unutma…Eskiden büyük yetenekler tren istasyonlarında zatürreden hayatlarını kaybederlerdi, ama şimdi 27 yıl yaşıyorlar. 27’yi geçtiysen ortaya çıkmamış yeteneğinden şüphe etmenin vakti gelmiş sayın okuyucu. Ben mi? En ufak bir fikrim yok! Henüz 21 yaşımdayım… 

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Endişenin bedeli


İnsan akıllı bir varlık mıdır söylenildiği gibi; yoksa endişeler silsilesi içinde kaybolmaya müsait bir aptal mıdır?!

            Bence insan, sürekli endişelenmekten, hayatını değersiz hale getiren bir aptaldır.

            Eğer objektif olarak bakabilme yetisine sahipseniz, farkedeceksiniz ki, endişe duyduğunuz herşey bir süre sonra,sizin tahmin ettiğinizden daha kolay bir şekilde çözülmüşken; asıl kaybettikleriniz, siz endişelenirken akıp giden birbirinden güzel anlarınızdır… 

            Yaşam bir kum saatinden ibarettir. Ve sizin asıl değer verdikleriniz küçük kum taneleriniz olmazsa,sonsuzluğa giderken söyleyeceğiniz tek şey “ama daha çok erken” olacaktır…

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Kıskançlık üzerine...


Tehlikelidir kıskançlık, insanın zihnindeki aç gözlülüğün kalbine yansımasıdır…

            Kıskanç insan sanır ki, görünmez gözlerindeki öfkesi ve pişmanlıkları. O kadar körleşmiştir ki iradesi, yaptığı hatalarının bir gününe değil, her gününe mal olduğunu fark ettikçe, öfkesini “elde edenlere” yöneltir, yalnız kaldığını farketmeden…

            Bir süre sonra kendisi bile fark edemez hale gelir, ne kadar değiştiğini. “Uzun ve yorucu maraton” da sonuca odaklanır, aslında kimsenin birinci olamayacağını ve her zaman bazılarından önde ve bazılarından geride olacağımızı göz ardı ederken…

            Bir süre sonra ise,hiç bir güzelliği ve hiç bir fırsatı takdir etmemeye başlar. Çünkü onu kendisine sunulanlardan çok, üçüncü kişilere sunulanlar ilgilendirmeye başlamıştur. Ve bu, kısa süre içerisinde tüm ruhunu etkileyecek olan tümörün ilk belirtisidir.

            Kısacası;takdir etmeyi bilmeli insan…Kıskançlığının kanına karışıp, öfkesinin promilini yükseltmesine izin vermemeli. Çünkü emin olun, içinizde durduğu gibi durmaz! 

18 Mayıs 2012 Cuma

Başlangıç üzerine...


Korkar insan “başlangıç”tan. Çünkü bilir yaptığı adaletsizliklerin yakasını bırakmayacağını…

            Bütün yaptıklarının farkında olmasına rağmen, her zaman masum olduğunu iddia eder. Çünkü o hiç bir zaman adaletsiz davranmamış ve hep dua etmiştir. Bu nedenle “en güzel bahçe”de, ona da bir yer “mutlaka” vardır.

            Böylece, yüreği adaletsizlikler diyarı olan insan, “evrenin en büyük adalet mercii”nden merhamet dilenir. Yaşarken köşe bucak kaçtığı büyük çelişkisi, yeni hayatına başladığında karşısına çıkmasın diye… 

            Merhamet dilenirken bile düşüncesiz ve içten pazarlıklıdır insan. Hayatı boyunca sebep olduğu sorunlardan ve felaketlerden haberdar değilmiş gibi, “adaletin tek sahibi”nden “küçük”, güzel bir bahçe ister. Her zamanki gibi, korktuğu için, kanaatkar ve saygılıdır bunları isterken…

            Sadece kendi değer yargılarına göre yaşayan insan korkmaz “kaçınılmaz başlangıç”tan. Çünkü ne yaşayacağı belli değildir, ve o bilir ki, kendi değer yargılarından başka fikirlere kapılmadan yaşayıp, felaketlere alet olmadığı sürece her yer huzurlu ve güzel kokan bir bahçe olacaktır… 

17 Mayıs 2012 Perşembe

Prensip meselesi


İnsanların hayatlarını, bir noktada sahip olduklarını iddia ettikleri prensipleri yönetir. Kimi bunlara gerçekten sahipken, kimileri ise kendi ayıpladıkları yanlarını başkalarına lanse etmemek için bir görünmezlik pelerini gibi kullanır prensipleri… Ne kadarı görünür, ne kadarı görünmez tartışılır. Ancak benim dikkatimi çeken insanların dürüstlük konusunda ne kadar takıntılı olduklarıdır.

         Çoğu insan resmin bütününde dürüst olmayı seçmeyip, küçük ayrıntılarda dürüst olmaya çalışarak kolaycılığa kaçmaktadır. Ayrıntıların çok şey gizlediği doğrudur, ancak onlar da resmin bütününü oluşturmak için bir araya gelen küçük parçalardır ve küçük doğruların bileşkesi bazen kocaman bir yalan olabilmektedir…

         İnsan ilişkilerinde güvenin ve dürüstlüğün etkisi yadsınamaz, ancak asıl tehlikeli olan başkalarını kandırmamak uğruna kendimizi kandırmamızda yatar.

         Seni bilmem sayın okuyucu, ama ben yalan söylediğimi saklayacak kadar dürüst, dürüst olduğumu iddia edecek kadar da yalancı değilim… 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Doymanın,öğrenmenin ve anlamanın hiyerarşisi...


İnsan,zihnini açabilmelidir engin bilgilere,yeni bir şeyler öğrenmenin tadına varabilmelidir;daha da önemlisi,bunu sürekli hale getirebilmelidir. Peki neden bu yaşam tarzına ve dünya görüşüne herkes sahip olamamaktadır?

         Gözlemlediğim kadarıyla,insanın yeni birşeyler öğrenmeye hazır olması, doymasıyla ilgilidir. Ancak her açıdan kendini tatmin etmiş olan insanlar düşüncelerine odaklanabilir.

Her an aklında başka maddi hedeflere ulaşmak olanların,ve bu hedefler uğruna aç bırakılanların kendilerine yönelme şansları azdır.

Bu nedenle en şanslı olanlar,kuşkusuz,kendi yağında kavrulup,kendilerine Tanrı tarafından mükemmel dengeyi anlayabilme yetisi verilenlerdir…

Çünkü sadece onlar evrenin sonsuz kütüphanesinden bir kitap seçebileceklerdir; ve doyduğunda dünya sofrasından kalkmayı bilmeyen insanlar ise çağın vebası olan obeziteye yakalanıp,Tanrı’nın kefelerinde sıfıra eşit olacak keselerini daha da ağırlaştırmanın yollarını arayacaklardır… 

Mutluluk...


Çok nadir bir duygudur mutluluk, insanı çoşkulu ve ani hazlara değil,zarif ve uzun soluklu doygunluklara götürür.Beraberinde de huzuru ve sevgiyi getirir…

         Kolay değildir bütün hücrelerinde dinginliği, huzuru ve yeterlilik duygusunu hissetmek… Çünkü insan rahat vermez kendisine çoğu zaman, hayatın getirdiği bir takım endişelerin yanında,zaman zaman sıralamasının değiştiği bu büyük yarışta geriye düşmenin kendisinde yarattığı hazımsızlığın,benliğini ele geçirmesine izin verir… Bu da mutsuzluğun,hiç kuşkusuz,tetikleyicisidir…

         Pollyanna olmanın insanı aptallaştırdığını düşünmekle birlikte; “insanın sahip olduklarının kendisini mutlu etmesine izin vermesi,ve daha fazlasını arzulaması” düşüncesinin, mutluluğun anahtarı olduğuna inanıyorum.
 
         Sahip olduklarının kendisini mutlu etmesine izin vermeyen insanların,bu büyük yarışı göremeyecek kadar sorunlarına yoğunlaşmış ve kıskançlık duygusunun hücrelerine sinmesine izin vermiş olduklarını düşünüyorum.

         Baz Luhrmann’ın Sunscreen’de söylediği gibi…  Zamanınızı kıskançlıkla harcamayın,bazen ileride bazen de geride kalırsınız,yarış uzun ve sonunda sadece kendinizlesiniz…

       Kendinizi diğer canlılardan üstün görmemek şartıyla,sahip olduklarınızın sizi biraz olsun rahatlatmasına ve şımartmasına izin verin… Yoksa bir gün,hayatın size verilmiş bir armağan olduğunu unutur ve onu içi boş,geçmek bilmeyen yıllardan ibaret olmakla suçlarsınız… 

Şansları değerlendirmek...


Zeka,güzellik,para,hırs,aile…İnsan kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan ayırt edici özelliklerin farkında olmalıdır…Ancak bu ayırt edici özellikleri hiç bir zaman diğerlerinden üstün olma çabası içine girerek kullanmamalıdır…

            Çünkü düşündüğünüzde fark edeceksiniz ki,bu özelliklerin hiç biri sizde hayatınızın sonuna kadar kalacak diye bir kaide yoktur;peki insan, her an kendisinden geri alınabilecek  bu kavramlara ne kadar sırtını yaslayabilir? Daha da önemlisi, insan kendisine tanınmış şansları,hayat koşusunda şike yapmak için diğer yarışçılara karşı kullanacak kadar utanmaz mıdır?

            Hayatta iki şeye güvenilmelidir bana göre; akla ve çalışkanlığa…  Eğer bunlara sahipseniz,şımartamaz sizi elde ettikleriniz, bilirsiniz ki bir gün aniden gidebilirler ; ve üzemez kaybedilenler,çünkü bilirsiniz ki er ya da geç,siz bir şekilde kazanırsınız J

            Ancak her an kaybedebileceğiniz şanslarınızı nakite çevirmeye kalkarsanız,kısa sürede büyük meblağlar kadar, yüksek ve sert düşüşleri de göz önüne almalısınız… Bir gün herşeyinizi kaybedebilir,ya da aslında güvendiğiniz dağlarınızın, küçük tepelerden ibaret olduğunu görebilirsiniz…

            İnsan erdemlidir,kendisine verilmiş şansları kazanım olarak görmediği sürece; ve mutludur insan, kendisine verilenlerin evrende dağıtılan şans kumanyalarından sadece bir tanesi olduğunu,daha ne güzelliklerin varolduğunu bildiği sürece…

"İyiki" "keşke"lerim var!


Bomboş bir sayfa verseler sana,baştan yazar mısın hayatını?Siler misin “keşke”lerini, “günah”larını? Yoksa kabullendin mi hepsini,seni sen yaptıkları için? Cesaretin var mı, “öyle yapmam gerekiyordu,yaptım” demeye?

         Arkasında durabilmelisin attığın her adımın,sahip çıkabilmelisin hayatına;sevaplarıyla,günahlarıyla… Onlar senin aldığın nefesin,yaşadığın hayatın kanıtları; Saksıda değil,toplumda yaşamanın sonuçları…

         Eğer keşkelerin varsa,üzülme;bil ki,değdi yaşadığına, sen hayattan hak ettiğini,hayat da senden gerekenleri aldı…Üzülmenin değil,yaşadıkların için mutlu olmanın vakti…
        
         Ama hiç “keşke”m yok diyorsan ,saksında oturup,kaçırdığın trenler için tasalanmalı ve birinin seni sulayıp,ne kadar mükemmel olduğunu söyleyerek seni  onurlandırmasını beklemelisin… Tıpkı, yaşamadığın hayatın boyunca olduğu gibi…

         Kısacası…
         Eğer “yaşayacaksa” insan,atmalı kurşun kalemini ve silgisini elinden,en parlak renkli tükenmez kalemlerden birini seçmeli kendine,ve o kalem tükenene kadar durmamacasına yazmalı…

         Yanlış yazsa silemeyeceğini; ancak yanlışların, doğrularla oluşturacağı ahengin adının “hayat” olacağını bile bile yazmalı insan… Son nefesinde “iyi ki…” demek için…

Tüketiyorum öyleyse varım!


İyi midir insan özünde,merhametli midir? Yoksa birbirini tüketmeye doymayan canavarlar olmak DNA’larımıza mı kodlanmıştır?

         Herkes doğduğunda masumdur bence, merhametlidir…Ta ki merhametsizlerin hırslarıyla ve korkularıyla kirlenene kadar…

         İnsan ihtiyacından fazlasına sahip olmadığı sürece iyi kalmayı başarabilir,ancak elde edilenler daha fazlasına sahip olmak için her zaman tetikleyicidir…

         Para ve güç ateşten birer gömlektir,ancak giyeni değil,etrafındakileri yakar. İnsan korkar o gömleği kaybetmekten,çünkü kaybederse tükettiği sönük insanlardan bir farkı kalmayacaktır…

Bu korkuyla her gün daha fazla güzellikleri feda eder insan,önce masumiyetini,sonra merhametini ve en nihayetinde insanlığını… Kendi varoluşunu,başkalarının yok oluşunda görmeye başlar,ve çekinmez insanları harcamaktan,çünkü onları harcadıkça banka hesabındaki sıfırlar da birer birer artacaktır.

Bir süre sonra alışır insan yarattığı felaketlere, duymaz başkalarının çığlıklarını.Ona göre şanssız olan zaten kaybetmeye mahkumdur.Susturur insan vicdanının sesini…İnsanların ses çıkarmayarak kabullendikleri çirkin yüzünü tavan arasında şık,kadife bir örtünün altında saklar…Ta ki yalnızlığın soğuk boşluğu onu yutana kadar…

"Var" olmak...


İnsanları “var” eden nedir bu hayatta? Doğdukları andan itibaren aslında “kayıp” olmaları,insanlara verilecek ikinci şansı da en başından yok eder mi? Ve doğduklarından itibaren “var” olan insanlar,bu özelliklerini iyi değerlendirebilme potansiyeline sahipler midir?

         Bence bu dünyada insanları var eden tek şey ; sınırlı sayıda insana tanınan ve iyi değerlendirilmezse aptallıklar zincirini başlatan altın halka,şanstır.

         Bazıları doğdukları anda yoksundurlar bu nimetten,onlar da şanssız doğmuş ve ikinci bir şans tanınmadığı için kaybolmuşların çocuklarıdır. Eğitimsiz ve parasız kalmışlardır,çünkü hiç kimse onlara bir ışık göstermemiş,onları da aynı aileleri gibi bitmeyen tünele mahkum etmişlerdir,bu arada kimseler o ışığı göremesin diye tünelin ucuna sessizce yeni tuğlalar eklemeyi de ihmal etmemişlerdir…

         Bazıları doğdukları anda “şanslı”dır.Onlar herşeyin en iyisine layıktır,çünkü ailelerinin göz bebekleridir. Onlar birer “birey”dir,ve öyle yetiştirilmelilerdir. Ancak burada son derece büyük önem taşıyan bir nokta olduğuna inanıyorum: Doğuştan gelen şans bazen tehlikelidir aile için de, çocuk için de…Eğer aile,sadece “şans” veriyorsa çocuğuna, çok yakın bir gelecekte başına gelecekleri de kabul ediyor demektir. Asıl marifet “şans”ı eğitimle taçlandırmaktır.

Kısacası…Eğer doğduğunda zaten çok fazla kardeşin varsa,ve ailenin düşünce yapısı eğitim öğesini içermiyorsa,kimse senin düşüncelerinle ilgilenmiyorsa,sen ŞANSSIZSIN…

Ama eğer doğduğunda seni heyecanla bekleyen kocaman bir ailen varsa,düşünce yapıları seni sarıp sarmalamaya,iyi yetiştirmeye yetiyorsa,ve sen bunu kullanmıyorsan,kusura bakma ama APTALSIN!  

Kuşatılmışlık üzerine...


İnsanlar hayatlarını doya doya yaşayabilirler mi? Yoksa doğduğumuzda bize zaten gideceğimiz yol çizilmiş midir?

            Kuralların toplumu bir arada ve bir düzen içerisinde tuttuğuna,ve prensipsizliğin ise çok büyük bir tehlike olduğuna inanıyorum.Ancak kimseye zarar vermeden kendi hayatlarını yaşayanların kuşatılmış olması beni rahatsız ediyor.

            Burada önemli olanın kişinin toplumu etkileyip etkilememesi olduğuna inanıyorum.Eğer bir insan toplumu etkilemiyorsa,kendisine istediği kadar zarar verebilme lüksüne sahiptir bence,çünkü herkes kendi yaptıklarından sorumludur.

            İnsanlar kendi hayatlarında yarattıkları yıkımlara dönüp bakmadan,arsızca karşılarındaki kişileri,onların hayal kırıklıklarını görmeden yargılamakta ve hayatlarıyla ilgili ahkam kesmektedir.

            Zorluklar,yenilen kazıklar,ulaşılan hedefler ve kaybedilen heyecanlar yaklaştırmaz mı insanları uçurumların kenarına? Eğer insan kaybetmişse gücünü,savaşamıyorsa artık vazgeçmez mi herşeyden?Arzu ettiği bütün hedeflere ulaştığında ve heyecanlarını kaybettiğinde istemez mi kendisini hayata bağlayacak bir yaşam destek ünitesi?

            Peki,doğru mudur zorluklarla mücadele etmemek için şımarıklıklarına sığınanların,istediği hiçbir şeyi elde edemeyip uğraşmayanların,bu insanları eleştirmesi?

Bence değildir ve bahsettiğim insanlar en önemli noktayı her zaman kasten gözden kaçırmaktadır…Herkesin tozlanması ümit edilerek bir kenara atılmış marifetleri vardır,ve bunların ortaya çıkmaması kişileri masum kılmaz…
            

Dünyayı değiştirmek


Biliriz dünyada iz bırakan insanları…zekaları, etkileyici üslupları ve yaptıklarıyla cezbederler bizi, derin bir hayranlık ve saygı duyarız onlara karşı…

         Hayati öneme sahip bir cihazı icat etmiş,yıllarca çözülemeyen bir formül yazmış ya da bir bağımsızlık savaşında lider olmuşlardır.Onlar bir kaygı gütmeden yaşamışlardır, herşeyin iyi olacağına inanan iyi insanlardır özlerinde…Uzun vadede dünyayı değiştirecek adımlar atmışlar,ancak günlük hedeflerinin arasına hiç bir zaman dünyayı değiştirmeyi sokmamışlardır…Deneme yanılma yöntemiyle hayatlarını geçirmiş ya da savaşlarda ve politik değişimlerde  en ön safta yer alıp kendilerini tehlikeye atmışlardır. Ölüm bir nefes uzaklarındayken bile savaşmaktan vazgeçmemiş,ve kendi zihinlerindeki bilgi ve fikirlerden başka hiçbir şeye de hayranlık duymamışlardır.

         Bugüne bakıldığında ise,kavramlara ve statülere tapan insanlar,dünyayı her geçen gün felaket uçurumunun kenarına biraz daha sürüklemektedir.  “Dünyayı değiştirmek” bugün herkes için mümkündür aslında,ancak kimsenin işine gelmemektedir. Banka hesabı kabarık olan dünya barışını savunmakta,ve açlıktan ölen çocukları göz ardı etmektedir.

         Yarını düşünmek ve endişe duymak herkesi birbirine daha da yabancılaştırmaktadır… Herkes birbirinin kahramanı olsa aslında dünyayı da değiştirecektir.Ancak kimsenin işine gelmemektedir “gizli” kahraman olmak, makbul olan kahraman ilan edilebilmektir…

Güven...


Güven nedir? Gerekli midir yaşamak için,yoksa zaaflar zincirinin en sağlam ama bir o kadar da kırılgan olan halkası mıdır?

            Dışarıdan bakıldığında vazgeçilmezdir insan ilişkileri için güven,hayatını başkalarına adamış olanlar için hayati bir ihtiyaçtır. Güvenmeden yaşamak imkansızdır bu insanlar için,çünkü hayatlarını gizliden gizliye,güvendikleri insanlar yönetmektedir ve kristal şato tuz buz olursa onların hayatlarının büyük bir kısmı da yok olacaktır. Yıkılan kristal şatoları gördükten sonra yaptığım tespiti paylaşmak istiyorum…

            Güven,güvenen tarafta zaaf,güvenilen tarafta hareket özgürlüğü sağlayan bir kavramdır bana göre… Bir kez kazanıldı mı güven,yalanlar ortaya çıkana kadar özgürdür güvenilen kişi, yapması gereken tek şey mayına basmamaktır,eğer vicdan azabı çekmiyorsa…

            Benim için güvenin azı karar çoğu zarardır.Çünkü ne kadar çok güvenirseniz,o kadar yüksekten düşeceksinizdir…Bu ince ayarı tutturmanın tek yolu da kendinizi başkalarına feda ederken gizli bir yanınızı daima kendinize saklamanız olacaktır…

Zenginlik üzerine...


Hayatta asıl zenginlik nedir diye sorulduğunda ilk akla gelen sağlıktır,ki doğrudur…Ancak buradan sonra da insanlar ayrılmaktadır…Gerçek zenginlik nedir? İnsan ne için savaşmalıdır ki ebedi bir şey elde edebilsin?

            İnsanlar bazen bu dünya için,bazen de sonsuz dünya için çok çalışmaktadır;ikisine de saygı duymakla birlikte,tek bir şeyin kalıcı olduğuna inanmaktayım:Bilginin…

            Asıl zenginlik bilgidir bana göre,insanın zihninin ne kadar gelişebildiğiyle ölçülür zenginlik.Ve bu dünyada işimize yarayacak,ve göçüp gittiğimizde yanımızda götüreceğimiz tek şey de aklımız,
dolayısıyla bilgilerimizdir…

            Dünyevi açıdan baktığımda olayın iki boyutunu görüyorum: İlk olarak,eğer aklınız zengin değilse cebinizin ne kadar dolu olduğunun hiçbir önemi yoktur.Yaşarken yüzünüz gülecek,ancak öldüğünüzde yanınıza bu dünyadan kar kalan hiçbir şey olmayacaktır.Ne kadar çalışmış olursanız olun,ruhunuza hiçbirşey katamamış olacaksınızdır…

            Diğer yandan,eğer kendinizi bilgilerle donatmaktan yoksunsanız,bu dünyayı ve muhteşem dengeyi de hiç bir zaman anlayamayacaksınızdır. İnsanların sadece dünyaya,bu müthiş dengenin bir kısmını oluşturmak için gönderildiğini farkedemeyecek, “herşey insanlar için” deyip sadece kendi türünüzün varlığını ön plana çıkaracaksınızdır…

            Dini açıdan baktığımda ise sadece sonsuzluk için çalışıp,bu dünyadaki bilgileri reddetmenin de kendinize yapacağınız en büyük kötülüklerden olacağını düşünüyorum… Sadece ibadet edip,insana bahşedilmiş zihin tarafından üretilen bilgileri bir kenara atmanın dini olarak tasvip edileceğine kesinlikle inanmıyorum… Bana göre din,insanlığın bütün gelişimini desteklemekte ve tasvip etmektedir,Tanrı’nın bu kadar büyük bir zeka potansiyelini insanlara tanıması da adeta bunun ispatıdır.

           
Dolayısıyla insan,hayatı boyunca dini ve dünyevi çalışmalarını dengelemeli ve onlara bilgilerinden oluşan altın bir çerçeve çizmelidir.Ancak bu şekilde dünyada mutluluğu yakalayabilir ve kendisine verilmiş olan akıl için Tanrı’ya teşekkür edebilir…

           


Bazen en güçlü müdür aslında en zayıf olan?


Nedir insanı güçlü ya da zayıf kılan? Peki insan neye karşı güçlüdür?

            “Güçlü” olmak insanlığın ortaya çıkışından beri kaç kişi üzerinde hakimiyet kurabildiğinle ve kaç kişinin hayatında belirleyici olduğunla ölçüldü;ancak bunun son yıllarda değiştiğinin sen de farkındasındır sayın okuyucu.

            Dışarıdan bakıldığında hala eskisi gibi görünse de bu karmaşık durum,aslında çok farklı.İşte günün sorusu…Kendine karşı güçlü müsün?

            Hazmedebildin mi öğrendiğin bilgileri,tatmin olabildin mi elde ettiklerinle? Yoksa hala arıyor musun hayallerindeki “sen”i?

            İnsanın kendisine karşı güçlü ya da zayıf olmasının,"kendi" ihtiyaçlar piramidinin kaçıncı basamağında olduğuyla alakalı olduğuna inanıyorum.Eğer ihtiyaçlar piramidinin zirvesine ulaşıp kendini gerçekleştirdiysen artık güçlüsün demektir,arzu ettiklerine ulaşmışsındır.Ancak alt kademelerde kaldıysan,biraz daha mahkumsundur karanlığa.

            İhtiyaçlar piramidi biraz kişiselleştirilebilir bir kavramdır bence.Herkesin beklentileri farklıdır sonuçta;ve birinin rüyaları,kimisi için çoktan edinilmiş ya da kazanılmış ve bu nedenle de anlamsız olabilir.

            O nedenle de anlaşılmaz,kim güçlü,kim zayıftır…Bazen en güçlü görünendir aslında en zayıf olan,ve en zayıf görünendir aslında dünyayı fethetmiş olan…

"Üstün" insan...


Nedir insanı diğer canlılardan ayıran,daha üstün olduğunu düşündürten? Bir çok şeyi icat etmesi mi o’na bu hissi veren? Yoksa artık birçok hayvanın bu dünyada yaşayacak bir ortam bulabilmelerinin,insanın vicdanına kalmış olmasından dolayı duyulan psikopatça bir haz mı?

            İnsan,hayvanlarla aynı tip hücreleri taşımasına rağmen,güçlü görür kendini,kendisine bahşedilmiş aklın doğru kullanılması gerektiğini,aksi takdirde çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini göz ardı eder bazen…

            Burada bütün bir şehri yok eden atom bombalarından bahsedip çok uzağa gitmeyeceğim.Yanı başımızda,sokakta tekmelenerek öldürülen hayvanların can acıtıcı durumundan söz edeceğim…

            Bu yazıyı okuduğunuzda beni eleştiri bombardımanına tutabilirsiniz,ancak ben yine de konuşacağım…

            İnsanlar kadar hayvanların da yaşamaya hakları olduğuna; bir kedinin canının bir insandan daha değersiz olmadığına; bütün canlıların bu dünyaya,Tanrı tarafından,bu müthiş dengeye katkıda bulunmak için yollandığına;ve sadece “insan”ın bu müthiş dengeyi altüst edecek kadar “zeki” olduğuna inanıyorum…

            Hergün aynı şeyi gözlemliyorum,karşılaştığı bir canlıdan yardımını esirgeyip,Tanrı’dan yardım dileyen zavallı ruhlar… Kendisinden güçsüzünü görünce egosu zirve yapan,ama güçsüz düşünce Tanrı’yı hatırlayan…

            Kendilerinden fiziksel olarak daha zayıf olan canlılarda ego tatmin edenler unutmamalıdırlar ki,Tanrı da karınca çiftliği olan bir çocuktur…

Ayrıntı...


Nedir hayatı gerçek ve anlamlı kılan? Mutluluğu insanlara getiren? Bu sihir,hayatın neresindedir? İnsanlar arasında geçen olaylarda mıdır,yoksa ayrıntılarda mı gizlidir?

            Bakış açını bilemem sayın okuyucu,ama bence hayat dalganın sesinde,çocuğun gülüşünde ve kuşun cıvıltısında saklıdır… Ve bu ayrıntılar yaşanan olaylara feda edilemeyecek kadar da değerlidir…

            Gözlemlediğim kadarıyla insanlar bu konuda da ikiye ayrılmaktadır.

            Bu ayrıntıların farkına varıp keyfini çıkaran ve doyasıya “yaşayan” insanlar vardır mesela,bilirler ki bunlar “farkedebilen” insanlar için birer armağandır ve mutluluğun ağır demir kapılarını kolaylıkla açan küçük anahtarlardır aslında…

            Bu güzelliklerin varlığından bile haberdar olmayanlar da vardır. Onlar olaylara ve dialoglara değer verirler,onlar için önemlidir başkalarının normları ve değerleri;kendi değerlerini,doğrularını oluşturamamışlardır ki hiçbir zaman…Bu insanlar hayatları boyunca huzursuzluğa mahkum olacaklardır…

            O halde,hayatı gerçek ve anlamlı kılan “şimdi”de yaşadığımız küçük mutluluklar ve etrafımızda gördüğümüz küçük ayrıntılardır, onlar geleceği etkileyemeyecek,yaşadığımız “an”da kalacaktır…

            Biz bazen farkedemesek de,yaşadığımız her an birbirinden özel ve güzel olacaktır…

Acıma duygusu üzerine...


Merakımız ve küçümseme duygumuz benliğimizi ele geçirdiğinde büyük bir zevkle “acırız” karşımızdakine, kendi acizliğimizi görmeden…

         Bir süre sonra bu uğraş sıkıcı geldiğinde ise hazırdır hemen bahanemiz,acımak dini olarak tasvip edilmemektedir…

Aslında biz bile bilemeyiz neden küçümsediğimizi, düşünmeyiz hiç.Nelerdir acımanın,küçük görmenin kriterleri? Her insan değerli değil midir kendisi olduğu için? Hep savunmaz mıyız farklı renklerin toplumun zenginliği olduğunu?

Biraz düşünürsek bu konu üzerine,farkederiz ki;Acırız,çünkü acemiyizdir,ayırt edemeyiz ilk bakışta cesur olanı korkaklardan,akıllı olanı aptallardan ve cömert olanı cimrilerden…Ya da acırız,çünkü değer vermeyiz insanın ruhuna,kıyafetine verdiğimiz kadar…

Önemli olan aklı,düşünceyi değil,bedeni giydirmektir bizim için… Aklı ne kadar çıplak olursa olsun,eğer bir adam “giyinmiş”se, o’dur makbul olan.Ve bu adamın hakkıdır “giyinmemişlere” acımak,zihinlerini görmeden…  

İnsan acır karşısındakine,çünkü kendisi mükemmeldir, kusursuzdur…mükemmel bir ailede doğmuş,en iyi eğitimi almış,bir elin parmağını geçmeyecek kadar ünlü kolejlerde okumuş ve çok kar getiren anlaşmaların altına imzasını atmayı hep bilmiştir…Ya da acır karşısındakine insan, çünkü o kadar dardır ki dünyaya bakış açısı,değil bunlara sahip olmak,bunların hayatına getireceği olgunluğu hayal bile edememektedir…

Kısacası…Acır karşısındakine insan,çünkü hayatı boyunca dönüp aynaya bir kez bile bakmamıştır…